Yıl 1950’ler.Pittsburgh’ta bir laboratuvarın bodrumunda Jonas Salk çocuk felcini iyileştirmek için çalışmalar yapıyordu. Biraz şaşkın ve cesaretini büyük oranda kaybetmişti. Kendini dinlemek ve zihnini toparlamak için İtalya’nın Assisi kendine bir yolculuk yaptı. Assisi’ye vardığı gün kendini, bir yandan düşünüp diğer yandan bir 13. yüzyıl manastırının çevresini turlarken buldu. Tam burada, Assisi manastırının dehlizleri arasında zihninin yavaş yavaş gevşemeye başladığını ve sanki bilmediği mistik bir güçten ilham aldığını hissediyordu. Kendini kaptırdığı bu rahatlama ve haz duygularının arasında bulacağı çocuk felci aşının deneysel tasarımları aklında tekrar canlanmaya başladı.
Salk, ona ilham veren bu manastırın zihnini derinden etkilediğine ikna olmuştu. Oradaki sakin ortamın yarattığı huzur duygusuyla büyük başarılara imza atmanın hiç de zor olmadığını düşünen Jonas Salk , dönemin mimarlarından Louis Kahn’la görüşerek Kaliforniya, La Jolla’daki Salk Enstitüsünü tıpkı ona ilham veren manastır gibi tasarlamasını istedi. Amacı bu sakin ortamın diğer bilim adamlarına da ilham vermesini ve çalışmalarını hızlandırmasını sağlamaktı.
Tam 60 yıl sonra Salk’ın düşüncesinin çok da yerinde olduğunu kanıtlayan bilimsel verilere ulaşmış durumdayız. Yapılan birçok nörobilim araştırması gösteriyor ki, çevremizi donatan tüm yapılar bir şekilde duygularımızı ve davranış modellerimizi belirleyebiliyor. Scientific American Mind’ın geçen sayılarından birinde Emily Anthes, bulunduğumuz mekanlardaki tavan yüksekliğinin, kullanılan renklerin ve diğer dizayn faktörlerinin dikkatimizi ve yaratıcılık derecemizi nasıl etkilediğini anlatan bir yazı yayımladı. Tasarım ve zihin ilişkisinin kanıtlanması çok etkileyici bir gelişme. Biliyoruz ki, şehir ortamında yaşanan bir gün, aslında tümüyle insan eliyle tasarlanmış ortamlar arasında geçirilen uyanık saatlerden oluşuyor. Zira uyurken bile tasarımdan etkilenmemiz mümkün. Üzerinde yattığımız yatağın vücudumuzun farklı bölgelerine uyguladığı basınçtan, açık bıraktığımız gece lambamızın ışığı yansıttığı renge kadar hepsi çevresel sinir sistemimiz tarafından toplanıp bir biçimde beynimizin değerlendirmesine sunuluyor. Bilim adamları da çevresel faktörlerin algımızdaki yerlerini tespite yönelik çalışmalarını sürdürüyor; yaşarken, düşünürken, karar verirken daimi olarak beynimizi uyaran bu görsel dünyanın tercihlerimizde ve davranışlarımızda bizleri nasıl etkilediğine dair soruları cevaplamaya çalışıyorlar.
Tasarıma yönelik nörobilim düşüncesi henüz yeni gelişmekte olan bir kavram. Ne var ki, bazı tasarım ve mimari okulları artık ders programlarına temel nörobilim derslerini eklemeye başladılar bile. San Diego’da yakın zamanda kurulan Mimari için Nörobilim Akademisi (The Academy of Neuroscience for Architecture) yakın gelecekte algılarımızın tasarımlardan nasıl etkilendiği ve yine hangi algıların kişileri hangi tasarımları tercih etmeye yönlendirdiğini saptamanın hızla önem kazanacağının göstergesi. Bu noktada, “emosyonel akıllı tasarım” anlayışının yeni bir kavram olarak doğuşunun tam olarak da bu yüzyılın getirilerinden olacağını söyleyebiliriz.
Tasarım ve beyin aktivitesi ilişkisini ortaya koyan birçok çalışma mevcut
Harvard Tıp Okulu’ndan bir grup nörobilimci hergün karşılaşılan objelerin (koltuklar, saatler ve benzeri) insanların tercihlerindeki sıralamasına ilişkin yaptıkları araştırmada, yuvarlak kenarları olan objelerin keskin kenarlılara göre daha fazla tercih edildiğini buldular. Araştırmacı Mose Bar, bunun sebebini kesin kenarlı objelerin beynimizce tehlikeli olarak algılandığı ve onlardan sakınmaya yönelik tercihler geliştirdiğimiz şeklinde açıklıyor. Bar, aynı çalışmada aldığı beyin kayıtlarının da düşünceleriyle uyuştuğunu belirtiyor. Zira, beynin korkuyla ilişkili parçası olan amigdala bölgesi, denekler keskin hatlı objelere bakarlarken daha fazla aktive oluyor.
Yakın zamanda Science dergisinde yayımlanan bir başka çalışmada da kırmızı renkle birlikte sunulan kelimeler ve diğer görsel detayları daha iyi hatırladığımızdan bahsediliyor. Yine çevrede, mavi rengin varlığı durumundaysa daha yaratıcı düşünebildiğimiz ve hayal gücümüzü daha geniş tutabildiğimiz belirtilmekte. Buradan yola çıkarak, diyebiliriz ki çalışanları ile kırmızı bir odada konuşma yapan yönetici ya da mavi bir odada beyin fırtınası yapan bir kreatif ekip çok daha başarılı sonuçlara ulaşabiliyor.
Rochester Üniversitesi araştırmacıları bir grup iç mekan tasarımcısından kırmızı, mavi ve sarı renkle donatılmış kokteyl salonları düzenlemelerini istediler. Denekler tasarlanan bu alanlara çağrılarak diledikleri kokteyl salonunda diledikleri kadar vakit geçirebilecekleri şekilde serbest bırakıldı. Gözlemlerde fark edilen oydu ki, sarı ve kırmızı salonlar denekler tarafından çok daha fazla tercih edildi. Yine bu iki oda çok daha sosyal ve hareketli birer ortama kavuşurken, en erken terk edilen kokteyl salonları da kırmızı ve sarılar oldu. Mavi salonları seçen kişilerse daha az sosyalleşmelerine rağmen ortamı en son terk eden grubu oluşturdular. Yine mavi odada bulunan kişilerin kalp atım sayılarının da bir miktar düşük olduğu araştırmaya eklenen bulgular arasında yer aldı.
Başka bir yayında, Carlson İşletme Okulu profesörlerinden Joan Meyers-Levy, çalışmalarında tavan yüksekliklerinin kişilerin beyin aktivitelerini etkilediği üzerine bulgular elde ettiğini açıkladı. Yüksek tavanlı yerlerde kişilerin daha özgür ve soyut düşünebildiğini belirten Levy, alçak tavanlı odalarda bulunanların daha fazla detaya odaklandıklarını belirtirken “Örneğin bir cerrahsanız operasyon odanızın tavanının alçak olması detaya odaklanmanız açısından daha faydalı olacaktır” diyerek, zihni, amaca yönelik kullanmanın çevre tasarımıyla yakından ilişkili olduğunu vurguladı.
Küçük iç tasarım öğeleriyle bile fiziksel bir bağlantımız mı var?
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) ve ABD Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü’nün yaptığı ortak çalışma, bir odadaki karışıklığın akılda kalıcılığı (memorability) ve ortama duyulan güveni artırdığını öne sürüyor. Başka bir deyişle, bulunan ortamda fazlaca objenin görünen alanda bulunması kişiye o mekânı daha sıcak bir ortam olarak algılamasını sağlıyor.
Gördüğümüz gibi beynimiz çevrenin sunduğu görsel uyaranlarla koordineli aktivite gösteriyor.
Belki de o yüzden fabrika ya da havaalanında değil, romantik bir restoran ya da yelkenlerin gölgesindeki bir güvertede yapılan evlenme teklifleri daha çok “evet” alıyor.
Görsel Kaynaklar:
1- Assisi : flickr.com/photos/idkt2- Amsterdam : Ozan Ezgi Berberoğlu, Portfolio
3- Carnival Pride Cruise Ship : thecruiselines.com
4- Vicem 78 Cruiser : charterworld.com
5- Titatic (1997)
