Tag: Can Kayacılar

İnsan Beyninin Moleküler Yaşlanması

Hepimiz nihai başlangıcıdır sperm ile yumurtanın birleşmesi. Sonuç olarak “bir insan hücresi” ortaya çıkar. Önce hızlı bölünmeler birbirini izler, 1 iken 2, 2 iken 4, 4 iken 8… Böylece belli bir aşamaya kadar gider. Sonraları farklılaşmalar başlar, öncül hücreler.. Karaciğer öncül hücresi, nöron öncül hücreleri, deri öncül hücreleri gibi.. Daha sonrasında daha da derin özelleşmeler ve nihayetinde vücudumuzu oluşturan yaklaşık 270 farklı fonksiyonel hücre meydana gelir. Artık biz oluşmuşuzdur. Vücudumuzda bulunan trilyonlarca hücre “klasik” bir başlangıcın ürünüdür ve kimileri bölünerek çoğalmaya, kimileri ise daha o anda oluştukları gibi ömrümüz tükeninceye kadar kalmaya devam edeceklerdir. Bu duruma aslında farklı açılardan bakabiliriz. Şöyle ki aslında biz bir hücrenin çeşitli şekillerde bölünerek ve farklılaşarak oluşturduğu, tek hücrenin egemenliğinde oluşan bir hücre kolonisiyiz. Tek bir hücreden köken alan hücrelerimiz çok çeşitli dış ve iç faktörler altında kalarak zamanın erozyonuyla boğuşmaktadır. Bu durum ise ömür dediğimizi uzunluğu belirlemektedir.

Bildiğiniz gibi canlılar doğar, gelişir, ürer ve ölür. Bu birçok canlı için genel bir doğa kuralıdır.
Aynı şekilde popülasyonlar da doğar, gelişir (artar) ve azalarak dünya üzerinden kaybolur. Bu doğanın bir dengesidir. Kendi türümüzün durumuna bu açıdan bakmakta fayda var.

Dünya nüfusunun hızlı artışı günümüzde yavaşlamış görünmektedir. 2011 yılında dünya nüfusu 6,8 milyar civarındadır ve bu sayı 2050’li yıllara geldiğimizde 9 milyarın biraz üzerinde olacağı öngörülmektedir. 1950’lerden 2050’ye yani 100 senelik bir zaman diliminde dünya nüfusu 4,5 kat artmış durumda olacaktır. Bu hızlı artışın bu şekilde sürmeyeceği de öngörülmektedir.

Yakın gelecekteki nüfus durumumuz 9 milyar insanı öngörmekte iken, uzak geleceğe dair 3 adet tahmin bulunmaktadır. 2300 yılında dünyamızın nüfusu ya 2,3 milyar ya 9 milyar ya da 36,4 milyar insan olarak öngörülmektedir. Fakat bu tahminlerin en olası görüleni, uzak geleceğimizde de 9 milyar civarında kalacağımız üzerinedir. Çünkü…

Popülasyonumuzun büyüme oranı hızla düşmektedir. 1960’li yıllarda nüfusumuzda 3 doğuma 1 ölüm gerçekleşirken, bu oran günümüzde 2 doğuma 1 ölüme kadar düşmüştür. Bu düşüş 2050’li yıllarda da hızla sürmektedir ve büyüme oranımız 1 doğuma 1 ölüm şeklinde gelmektedir. Bu durum aslında nüfusumuzun da hızla yaşlanacağı anlamını da taşımaktadır. Genç nüfusun azalması sosyal ve ekonomik açıdan birçok sorunu beraberinde getirecektir!

Dünya üzerinde henüz genç bir popülasyonuz. Popülasyonumuzun ortalama yaşı 28,4. Türkiye ise dünyanın ortalamasından biraz daha genç bir durumdadır. Fakat haritadan da görülebileceği gibi özellikle Avrupa, Kuzey Amerika, Rusya gibi bölgelerde nüfus hızla yaşlanmaktadır. Örneğin dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’de ortalama yaş 30-35 arasındadır. Ayrıca görülebileceği gibi gelişmiş ülkelerin ortalama nüfus yaşı daha büyükken, gelişmemiş ülkelerde bu oran çok daha düşüktür. Örneğin, Afrika kıtasının ortalama nüfusu 14-20 arasındadır. Elbette bu durum ekonomik şartlarla doğru orantılıdır.

Ortalama yaşam beklentimiz gün geçtikçe artmaktadır. Ülkemizde ortalama yaşam beklentisi yaklaşık 73-75 arasındadır. Yani bu şu demek: ülkemizde doğan her insan ortalama olarak 73 yaşına kadar yaşamayı ummaktadır. Bu umut sosyoekonomik durumla doğrudan ilgilidir. Örneğin, Afrika kıtasında doğan bir insan 40 yaşına kadar yaşayabileceğini düşünmekteyken, Avrupa kıtasında doğan bir insan yaklaşık olarak 80 yaşına kadar yaşayabileceğini düşünmektedir. Aradaki uçurumun nedeni elbette ki sağlık, yaşam ve beslenme şartlarıyla sıkı sıkıya ilişkilidir.

Uzak geleceğimizde yaşam beklentimiz ise 100 yaşın üzerinde olacaktır. Günümüzde bilim insanlarının üzerinde ortak karar kıldığı insanın maksimum yaşam süresi ise 120 yıldır. Fakat bu öngörünün çeşitli biyoteknolojik müdahaleler ile uzatılabilmesi mümkün görünmektedir. Açıktır ki her geçen yaşam beklentimiz artmaktadır ve bu artışı da teknoloji ve tıptaki hızlı gelişmelere borçluyuz. Uzun yaşam beklentisi elbette yaşlı nüfusun da artışı anlamına gelmektedir.

Ülkemizin yaşlı nüfus durumu yukarıdaki grafiklerde gösterilmiştir. 2000’de ülkemizde 5 milyon civarında bir yaşlı nüfusumuz varken, 2020 yılında bu sayı 15 milyonlara ve 2050 yılında ise 25 milyona yaklaşacaktır. Ülkemizin gelecekte öngörülen nüfusu ise 100 milyon civarındadır. Eğer bu şekilde kalırsak, nüfusumuzun yaklaşık %25’i 60 yaşın üzerinde olacaktır! Yaşlı nüfusun artışı birçok problemi de beraberinde getirmektedir.

Uzun yaşamı düşleyerek ve yaşamımıza özen göstererek kazandığımız yılların sağlıklı bir şekilde geçirmek herkesin dileğidir. Yaşlılığımızı bunamadan, titremelerden uzak, kalp-damar hastalıklarından uzak, felçlerden uzak, kanserden uzak, ailemize ve ülke ekonomisine yük olmadan geçirebilmek hepimizin öncelikli isteğidir.

Özetle, yaşlanma hepimizin ortak sorunudur. Hepimiz her geçen dakika yaşlanmaya yüz tutmuş durumdayız. Bu nedenle yaşlanma konusu üzerinde yoğun bir bilimsel hareketlilik söz konusudur.

Yaşlanmanın etiyolojisini açıklamak üzere geliştirilen 300’ün üzerinde teori mevcuttur. Bu teorilerin kimi günümüzde terk edilmiş olmasına karşın, birçoğu halen güncelliğini korumaktadır.

Yaşlanma bir süreçtir. Yani zamana ihtiyacı vardır. Yaşlanmanın tanımı bir organizmada zaman içerisinde görülen yapısal ve fonksiyonel değişim sürecidir. Bu değişimler elbette ki ilerleyen yaşla birlikte artmaktadır. Kısaca yaşlanma yavaş ilerleyen (progresif) ve birikimsel (kümülatif) bir olgudur. Yaşlanmanın moleküler biyolojisini kavrayabilmek için, moleküler yaşlanmanın temellerini anlayabilmek için mutlaka zaman faktörünün göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

Yaşlanma teorilerinin genel olarak 3 başlık altında toplayabiliriz. Bu değişimler dış faktörler temelinde gelişen, genetik nedenlere bağlı oluşan ve hücre içi bir takım değişimlere bağlı nedenler olarak özetlenebilir.

Biyolojik yapıların dış etkenlere bağlı olarak eskimesine, aşınmasına ve yıpranmasına neden olan değişiklikler kısaca “yıpranma teorileri” olarak isimlendirilebilir. Bu teoriler aslında bizlerin aynen bir otomobilin eskiyerek hurdaya dönmesi gibi sürecin biyolojik yapılarda da söz konusu olduğunu öne sürmektedir. Denilir ki, organizmanın rastlantısal olarak yaşadığı yaralanma, incimle gibi olaylar zaman içerisinde birikerek canlının yaşlanmasına neden olmaktadır. Bu aşınma teorisi günümüzde geçerliliğini yitirmiş durumdadır. Çünkü bilinmektedir ki, bizim birçok organımız, dokumuz kendini yenileyebilir özelliktedir. Yenilenebilir olamayanlar ise fonksiyon üstlenme özellikleri ile kaybedilen hücrelerin yerine işlev görebilmektedir.
Yıpranma teorilerinin en önemli olanlarından biri ise “heartbeat” teorisidir. Bu teoride denmektedir ki: yüksek metabolik hıza sahip olan canlıların yaşam ömrü kısadır. Bu duruma da özellikle iki hayvan örnek gösterilir, birisi fareler diğeri ise kaplumbağalar. Farelerin dakikada 400 kalp atış hızları, metabolizma hızlarının ne denli yüksek olduğunun bir kanıtır. Yaşam süreleri ise 2 sene ile sınırlıdır. Kaplumbağaların kalp atışları ise dakika da 6 ile 20 arasındadır hatta soğuk havalarda 5 dakika da sadece 1 kez attığı bilinmektedir. Bu durum elbetteki metabolik hızın yavaşlığından kaynaklanmaktadır ve kaplumbağaların 100 ile 200 sene arasında ömürleri vardır. Fakat bu teori memeliler ve soğuk kanlılarda geçerli olmakla birlikte kuşlar’da geçerli değildir. Çünkü kuşlar yüksek metabolik hıza sahip olmakla birlikte çok uzun süre yaşamaktadırlar. O yüzden bu teori de terk edilmiş durumdadır.
Yıpranma teorilerinin bir diğeri ise biyoakümülasyon teorisidir. Bu teoride organizma için zararlı olan kimyasalların zaman içerisinde organizmanın bünyesinde birikerek, yaşlanmaya neden olduğu görüşüdür. Biyobirikim yaratan kimyasalların başında elbette ki ağır metaller gelmektedir. Fakat biliyoruz ki canlılar aleminde bir besin zinciri vardır. Yani güneş-bitkiler-otoburlar-etobular-omnivorlar şeklinde bir düzen söz konusudur. Bu zincirde biyobirikimin omnivorlarda en yüksek seviyede olması ve ‘teoriye göre’ omnivorların en kısa yaşam sürelerinin olması öngörülmektedir. Fakat böyle bir durum söz konusu değildir. Doğal yaşamda besin zincirinin en üst seviyesinde yer alan omnivorlar uzun yaşam süreleriyle dikkat çekmektedirler!

Bir diğer teori grubu ise “genetik olarak kodlanmış değişimler” üzerine kurulu teorilerden oluşmaktadır. Bu teoriler moleküler bir ölüm saatinin olduğunu öne sürmektedir. Bir zamanlar en popüler olan teorilerden birisi ise telomer teorisidir. Telomerler kromozom uçlarında yer alan ve her DNA çoğalmasında 50 ile 100 baz çifti kısalmasıyla özdeşleşmiş yapılardır. Bu yapılar kromozomların kararlılığını belirleyen faktörlerdir. Telomerlerin her bölünmede kısalması bir hücrenin maksimum olarak bölünme limitini de belirlediği düşünülmektedir. Bu limite hayflick limiti denir ve bir hücrenin telomer kısalması nedeniyle maksimum olarak 40 ile 60 kadar bölünebileceği öne sürülmektedir. Fakat bilinmelidir ki, vücudumuzda mitotik aktivite gösteren hücrelerimiz (deri, bağırsak vb.) olduğu kadar mitotik aktivite göstermeyen, sürekli öncül hücrelerden oluşan dokularımızda (sinir sistemi gibi) hücrelerimizde mevcuttur. Bu nedenle telomer teorisi nöronlar için geçerli değildir. Nöronlar postmitotik hücrelerdir. Yani bölünme özellikleri yoktur.
Gerontogenlerin, yani yaşlanmaya neden olan genlerin var olduğunu savunan görüşler ise bir moleküler saatimizin olduğunu öne sürmektedirler. Yani ölümün sadece genlerimiz tarafından belirlendiğini ve “zamanı geldiğinde” öleceğimizi öngörülmektedir. Apoptoza ya da programlı hücre ölümüne neden olduğu bilinen “ölüm genlerimiz” söz konusudur. Fakat bu genlerin yaşlanmayla ilgileri yoktur. Farklı metabolik koşullarda, hücrelerde oluşan moleküler kararsızlığı gidermek amacıyla aktiflenen ve birçok gen ailesini içeren bu ölüm genleri, hücrenin kendi kendini ortadan kaldırmasını hedeflemektedir. Yaşlanmada apoptozun arttığı bilinmektedir fakat doğrudan yaşlanmadan sorumlu değildir!
Yaşam süresinin kalıtımsal olduğu ve aileden gelen bir takım özelliklerle belirlendiğini öne süren görüşlerin ise pekte geçerliliği kalmamıştır. Çünkü nihayetinde herkesin yaşam stili çok farklıdır ve böyle bir kalıtımsal belirlilik söz konusu değildir.

Yaşlanma teorilerinde en çok öne çıkan ve günümüzde üzerinde binlerce bilimsel araştırmanın sürdürüldüğü teoriler “zaman içerisinde hücresel biyomoleküller üzerinde meydana gelen modifikasyonel değişimler” üzerine kurulu teorilerdir. Bu teorilerin en önemlileri arasında “Serbest Radikal Teorisi” gelmektedir.

Serbest Radikal Teorisinde öne çıkan iki molekül söz konusudur. Birincisi oksijen, ikincisi ise glikozdur. Yani soluduğumuz oksijenin ve yediğimiz yemeklerin bizi yavaş yavaş yaşlandırdığı öne sürülmektedir.

Serbest Radikal Teorisi 1950’li yıllarda Denham Harman tarafından ortaya atılmıştır. Harman vücudumuzun aynen bir demirin paslanması gibi çeşitli oksijen reaksiyonlarıyla yıprandığını öne sürmüştür. İlerleyen yıllarda, biyomoleküller için zararlı olduğu bilinen serbest atomik oksijeni, zararsız hale getiren bir enzimin (süperoksitdismutaz) keşfiyle bu teori özellikle mitokondri organeline yönlenmiştir. Süperoksit dismutaz (SOD) enzimi vücudumuzda antioksidan özellik gösteren majör enzimlerden en önemlisidir. Oksijen radikalini daha zararsız bir molekül olan hidrojen perokisite çevirmektedir. Hidrojen peroksit daha sonra katalaz enzimi tarafından suya ve hidroksil radikaline dönüştürülmektedir. Bu bir hücresel oksidan savunma mekanizmasıdır. Ve Harman’ın öne sürdüğü oksidanların kaynağı, bizi yaşlandıran moleküllerin temel kaynağının mitokondri olduğu anlaşılmıştır.

Mitokondri organeli vücudumuzun enerji santralidir. Soluduğumuz oksijenden enerji üretir. Sadece enerji üretmekle de sorumlu değildir. Enerji üretiminin dışında aminoasit, demir, şeker ve lipid metabolizmalarından da sorumludur. Kısacası mitokondri bizim yaşamımızı sürdürebilmemiz için elzem bir organeldir. Solduğumuz oksijen, çeşitli reaksiyonlar sonucunda (oksidatif fosforilasyon) hücresel enerji molekülü olan ATP yapımında kullanılmaktadır. Fakat bu reaksiyonlar gerçekleşirken, reaksiyonlarda görev alan bazı kompleks enzimlerden serbest oksijen radikali dışarı sızmaktadır. Moleküler oksijenden (O2) farklı olarak serbest oksijen (O-) çok kararsız bir özelliktedir. Bu nedenle tüm biyoyapılara (nükleik asitler, proteinler, lipidler ve çeşitli metabolitler) yapışma ve böylece bağlandığı yapının fonksiyonunu hızlı bir şekilde bozabilmektedir. Serbest oksijen elektronegativitesi yüksek olan bir atomdur ve hızla diğer moleküllerle kovalent bağlar kurmaktadır. Bu nedenle çok tehlikelidir. Antioksidan enzimler ve antioksidan özellik gösteren moleküller temel olarak bu radikalin ve türevlerinin hücre içinden arındırılmasını sağlamak içindir.

Serbest radikaller mitokondrinin kendi metabolik aktivitesi sonucu yoğun miktarda oluşan ve biyoyapılara zarar veren ajanlar bütünüdür. Serbest oksijen, nitrojen, karbon, hidrojen peroksit, hidroksil radikali serbest radikallere örnektir. Serbest oksijen özellikle mitokondriyal elektron taşıma zincirinde görev alan kompleks I ve kompleks III ten hücreye sızmaktadır. Özellikle kompleks I den sızanlar mitokondrinin içerisine, kompleks III ten sızanlar ise hücre içerisinde yayılmaktadır.

Serbest radikallerin biyomolekül haraplayıcı özelliğinin yanında hücre içi sinyal mekanizmalarında da önemli roller üstlenmektedirler. Örneğin, nitrik oksit (NO) radikali aslında hücresel öğrenmek mekanizmalarında görev aldığı ve üreme de çok önemli işlevleri olduğu bilinmektedir. Vücudun savunma sistemi büyük oranda serbest radikal üretir ve bu üretilen radikaller çeşitli patojenleri öldürmeye yöneliktir. Ayrıca kas fizyolojisinde de serbest radikallerin çok önemli fonksiyonları vardır.

Hücrelerimizin kendi doğasında, kendi metabolik aktivitesi sonucu üretilen serbest radikaller antioksidan enzimler ve antioksidan özellik gösteren çok çeşitli moleküller tarafından temizlenmektedir. Fakat yaşlanma dediğimiz olgu, oksidanlar ile antioksidanlar arasındaki dengenin kaybolmasıyla başlamaktadır. Bu dengenin bozulması oksidanların fazlalığını sağladığı anda biyomoleküller oksidanlar tarafından haraplanmaya başlamaktadır. Bu haraplanmanın giderilmesi dışarıdan alınan antioksidan moleküllerle mümkün görünmektedir. Fakat bu antioksidanların bu amaç uğruna kullanım dozları henüz bilinmemektedir. Dışarıdan aldığımız antioksidanlar iki ucu keskin kılıç gibidir. Gereğinden fazla miktarda antioksidan tüketimi prooksidan aktivitesinin görülmesine neden olmaktadır. Böylece yararlı diye çok miktarda tükettiğimiz antioksidanlar da hücrelerimize zarar vermebilmektedir. Hangi antioksidanı, hangi koşullarda, hangi miktarlarda kullanacağımız konusunda bilimsel dünyada bir ortak karara varılabilmiş değildir.

Serbest radikaller bahsedildiği üzere tüm biyomoleküllere bağlanabilmektedir. Örneğin bir nükleik asit olan DNA’ya bağlanması çok çeşitli DNA hasarlarına neden olmaktadır. Bu tür DNA haraplanmaları, DNA’nın çoğaltılmasını, ifadesinin engellenmesine neden olabildiği kadar çok çeşitli mutasyonlarla yanlış ürün ya da hiç ürün üretememeye de neden olabilmektedir. DNA’nın bu şekilde kararlılığının bozulması hücre ölüm programının aktivasyonunu sağlamaktadır. DNA’da özellikle serbest oksijen radikali tarafından oluşan hasarlar çeşitli DNA tamir enzimleri tarafından giderilmektedir. Bu tamirin gerçekleşmesi sayesinde DNA kendi kararlılığını koruyabilmektedir. Kararlılığın korunması kimi zaman uzun baz çiftlerinin DNA’dan çıkarılarak da sağlanabilmektedir. Delesyon ismi verilen bu genetik bilgi silinmeleri özellikle mitokondriyal DNA’da yoğun miktarda görülmektedir. Yaşlanmadaki bu mitokondriyal DNA delesyonları, mitokondrinin de kararlılığının bozulmasına neden olmakta ve böylece daha fazla radikal oluşumuna sebebiyet vermektedir. Bu durum hücre için bir kısır döngü oluşturmaktadır.

Serbest radikaller ayrıca protein yapılarına da zarar vermektedir. Proteinler bilindiği temel olarak aminoasitlerden oluşmaktadır. Aminoasit yapılarına ek olarak çeşitli şeker molekülleri, nükleik asitler ve yağ molekülleri de proteinlerin fonksiyon görebilmesi için kendi yapısına eklenebilmektedir. Proteinlere bağlanan oksijen, çeşitli aktif şekerler, karbon ve nitrojen atomları sırasıyla oksidasyon, glikasyon, karbonilasyon ve nitrasyon gibi çok çeşitli modifikasyonlara yol açmaktadır. Bu modifikasyonlar enzimatik olmayan ve proteinlerin herhangi bir yerinde görülebilen global modifikasyonlardır. Proteinlerin serbest radikaller tarafından haraplanması, proteinin fonksiyonunun bozulmasına, eğer bir enzim ise enzimatik aktivitesinin azalmasına, eğer bir yapısal protein ise yapısal görevini yerine getirememesine neden olmaktadır. Fonksiyonu ve yapısı bozulan proteinler hücresel protein yıkım sistemleri tarafından yıkımlanmaktadır. Fakat burada da bir denge söz konusudur. Yeteri kadar hızlı yıkımlanamayan proteinler hücre içerisinde ve hücreler arasında birikmeye neden olmaktadır. Birikmeye başlayan proteinler daha fazla proteini kendi bünyesine çekmektedir. Ayrıca ağır metaller ve çok çeşitli artık metabolitler bu birikimlere dahil olmaktadır. Bu durumda hiçbir hücresel artık temizleme mekanizması bu artığı temizleyememekte ve birikim giderek hızlanarak çok çeşitli patolojilere neden olmaktadır. Alzheimer hastalığı örneğin böyle bir patolojinin ürünüdür.

Hücre de görülen bir diğer serbest radikal hasarı ise lipid molekülleri üzerinde görülen hasardır. Lipid molekülleri hücre membranını ve çeşitli hücresel organel membranlarını oluşturmaktadır. Lipid yapıların oksidasyonu özellikle hücre içi ve hücreler arası molekül trafiğini ciddi şekilde bozmaktadır. Hücre membranının oksidasyonu doğrudan hücre geçirgenliğini etkilemektedir. Geçirgenliği bozulan hücreler kendi iyon dengesini ve metabolit dengesini koruyamayarak, hücre ölümü gerçekleşmektedir. Ayrıca mitokondrinin çift zarlı yapısının, özellikle iç membranın, serbest radikaller tarafından tahrip edilmesi mitokondrinin geçirgenliği olmayan iç membranının geçirgenliğini sağlamakta ve böylece enerji üretimini –hidrojen kaçaklarından dolayı- sekteye uğratmaktadır. Enerji gereksinimi bu nedenle artmaktadır. Bu durumda mitokondri daha fazla oksijeni yakmakta fakat daha az enerji üretmektedir. Sonuç olarak burada da bir kısır döngü oluşmaktadır.

Sonuç olarak hücrede serbest radikal oluşturan majör iki metabolizma olan glikoz metabolizması ve oksijen metabolizması çok çeşitli ve hücre yaşamı için zararlı olan ürünler üretmektedir. Protein glikasyonu, fonksiyonel olmayan proteinlerin birikimi, yıkımlanamayan proteinler, proteinlerin, lipidlerin ve nükleik asitlerin zaman içerisinde gerçekleşen enzimatik olmayan, seçiciliği olmayan ve geri dönüşümsüz modifikasyonları yaşlanma dediğimiz olgunun oluşmasındaki ana nedenlerdir! Hücresel düzeydeki bu değişimler elbette ki yaşamsal fonksiyonlarımıza da yansıyacaktır.

Şöyle ki, yaşlandığımızda motor fonksiyonlarımızda (yürüme, konuşma gibi) bir yavaşlama söz konusu olmaktadır. Motor fonksiyonlarda görülen reaksiyon zamanının azalması, hareket hızımızın azalması, el ayak koordinasyonunun sağlanamaması, dengemizin bozulması hep hücresel düzeydeki yukarıda bahsedilen değişimler ile ilişkilidir. Motor fonksiyonların bozulmasının yanında nörodejeneratif hastalıklara, kardiyovasküler hastalıklara, enfeksiyonlara yatkınlık ilerleyen yaşla birlikte artmaktadır. Bu artışın nedeni de aynı şekilde biyomoleküller üzerinde görülen hasar birikimiyle doğrudan ilişkilidir.

Beynimizde ise yaşlanma ile birlikte özellikle kognitif işlevlerde bir azalma görülmektedir. Kognitif işlevlerimizden olan problem çözme hızımız, çalışma belleğimiz, uzun süreli belleğimiz ve uzamsal yeteneklerimiz ilerleyen yaşla birlikte genel olarak azalmaktadır. Bunlara ek olarak duyusal keskinliğimizde azalmaktadır. Ayrıca kristalize yetenekler olan kelime bilgimiz, genel bilgimiz, örtük belleğimize yer olan programlar ve mesleki deneyimlerimiz yaşımız ilerlese bile korunmaktadır.

Yaşlandığımızda duygu durumumuzda ve duygusal algılarımızda da değişimler gerçekleşmektedir. Bu değişimler özetle, kızgınlık ya da öfkeli olma ifadelerinin algılanmasındaki zorluklar, mutluluk ve iğrenme algılarında artış, olumsuz olayları daha çabuk atlatma, kişiler arası yıkıcı ilişkilerden sakınma, pozitif ön yargıların gelişimi, intihar ve suç işleme risklerinin artması şeklindedir. Örneğin Çin’de hırsızlık yapan yaşlıların oranı gençlerden kat kat fazladır.

İnsan beyni milyarlarca nörondan ve nöronlardan çok daha fazla miktarda nöronları destekleyen hücrelerden oluşmaktadır. Nöronlar birbirileriyle trilyonlarca bağlantı gerçekleştirerek, tüm yaşamımızı bu şekilde düzenlemektedirler. Nöronlar doğarlar! Yani bölünmezler sadece öncül birkaç hücreden farklılaşarak, özelleşerek meydana gelirler. Nöronlarımızın birçoğu bizim doğumumuzla birlikte ömrümüz boyunca bize eşlik ederler. Nöronlar birbiriyle biyoelektrik sinyaller ile iletişim kurarlar. Ayrıca iyon ve molekül denizinin içerisinde yer alırlar ve bu iyon ve molekül denizi birbirleri arasındaki iletişimin temelidir. Beynimiz vücudumuzun %2’si kadar bir ağırlığa sahip olmasına rağmen, vücudumuzun %20 enerjisini kullanmaktadır. Enerji üretimi için yoğun bir oksijen ve glikoz tüketimi gerçekleştirmektedir.

Şekilde de görüldüğü gibi beynimiz sadece nöronlardan oluşmamaktadır. Nöronlara ek olarak, astrositler (nöronlara destek olan temel hücreler), mikroglialar (beynin özelleşmiş savunma hücreleri), oligodendrositler (nöronlar arası iletişimde rol alan myelini üreten hücreler) gibi çok farklı hücre çeşitleri yer almaktadır. Tüm bunlar bir bütünü oluşturmaktadır. Tüm beyin fonksiyonlarının sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için bu hücrelerin tümüne ihtiyaç vardır.

İnsan beyninin yaşlanması, bahsedilen hücre fizyolojisinde meydana gelen moleküler değişimlerden kaynaklanmaktadır. Bu değişimler, öncelikli olarak nöronlar arasındaki iletişimi bozmaktadır. Bozulan iletişim hemen davranışlarımıza yansımaktadır. Örneğin, kas hücrelerimize giden sinirlerde meydana gelen eksilmeler ya da yavaşlamalar, kas kasılma-gevşemesini de bozmakta ve böylece istediğimiz hareketin gerçekleştirilmesini de zorlaştırmaktadır. Ayrıca bir harekete karar süreçlerimiz de nöral ağlar üzerinden işlediğinden dolayı harekete başlamadan, hareketi başlatmaya da karar vermemiz etkilenmektedir. Yaşlanma da nöronlar arasındaki iletişimin korunması, sağlıklı yaşlanmanın temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle beyin egzersizleri her daim önem taşımaktadır.

Geçmiş yıllarda davranışlarımızın ana kaynağı olan beynimizde görülen değişimlerin temel kaynağının nöronlarımızın kaybından dolayı olduğu düşünülmekteydi. Fakat gelişen teknolojiyle birlikte aslında yaşlanmayla birlikte nöron kaybımızın düşünüldüğü kadar (%40lara varan) fazla olmadığı tespit edildi. Nöronlarımız yaşlanmayla birlikte sadece hacim kaybına uğramaktadır. Hacim kaybı kaba yöntemlerde sanki nöron kaybı şeklinde gözlemlenmiştir.

İnsan beyninin yaşlanmasında görülen en ilginç taraf ise evrimsel olarak en yeni gelişen bölgelerin yaşlanmadan çok daha fazla etkilendiğidir. Geçmiş zamanlarda beynin sessiz bölgesi olarak nitelendirilen (ve günümüzde pekte sessiz olmadığı açıkça bilinen) frontal korteks, yaşlanmanın neden olduğu değişimlerden en fazla etkilenen beyin bölgemizdir. Bu bölge geleceği planlama, karar verme gibi bilişsel işlevlerimizin yürütüldüğü bölgedir.

Yaşlanmanın nörobiyolojisinde öne çıkan moleküler sinyal mekanizmalarını bir çalışma üzerinden sizlerle paylaşmayı uygun gördüm. Insülin ve insülin büyüme faktörü 1 sinyali yani doğrudan glikoz metabolizmamızla ilgili olan sinyal yolağının aktivasyonunun fazlalığı nöronun yaşam süresini kısaltmaktadır. Çünkü hızlı bir glikoz metabolizması aslında çok fazla glikasyona neden olan glikatif ajanında üretilmesi anlamına gelmektedir. Ve glikasyon serbest radikallerin verdiği hasardan çok daha zararlı bir modifikasyon çeşididir. Tüm biyomoleküller bu tür bir modifikasyona maruz kalabilir. Ayrıca mitokondriyal fonksiyonların korunması son derece önemlidir. Sağlıklı mitokondriler, uzun yaşamında anahtarıdır. Sirtüinler, uzun yaşam genleri olarak ifade edilen genlerin aktivasyonunu sağlamaktadır. Sirtüin aktive edici faktörler (örneğin resveratrol) uzun yaşamın sağlanmasında önem taşımaktadır. Günümüzde uzun yaşamının pratik formülü ise kalori kısıtlamasıdır. %20 kalori kısıtlaması yapan bir insanın ömrü yaklaşık olarak %20 uzayabilmektedir. Kalori kısıtlamasını, diyet kısıtlamasıyla karıştırmamak gerekmektedir. Günümüzde zayıflama amacıyla yapılan diyetler, doğrudan diyet kısıtlamasını içermektedir ve vücudumuz için çok tehlikeli sonuçlar doğrabilmektedir. Kalori kısıtlaması, aslında düşük kalorili besinlerle beslenmek anlamını taşımaktadır. Yüksek kalorili besinlerden ise az miktarda tüketmektir.
Tüm bu stratejiler nöronda oluşan serbest oksidatif ve glikatif ajanların üretimini azaltmaya yöneliktir.

Kalori kısıtlaması, mitokondrilerimizin sağlıklı kalmasını sağlayacaktır. Sirtüinlerin aktivasyonu hücre içerisinde protein birikimlerini önleyecek, uzun yaşam genlerini aktive ederek hücresel özdengenin korunmasına neden olacaktır.

İnsanlarda frontal korteksin diğer bölgelerden daha önce yaşlanmaya başlamasının nedeni olarak inhibisyon sağlayan GABAerjik nöron genlerinin ifadesinin azalması olduğu öne sürülmüştür. Bu durum aslında nöronlar arası iletişiminde bozulması anlamına gelmektedir. İnternöronlar olarak bilinen GABAerjik nöronların fonksiyonu bir davranışın düzenlenmesinde görev almaktır. Bunun dışında internöronlar eksitatör nöronları ototoksisiteden korumaktadır. İnternöronların azalması hücrelerin glutamat tarafından toksik etkiye maruz kalmasına da neden olmaktadır.

Yaşlanma da beynimizde görülen ve diğer organlarımızdan çok farklı olarak gelişen bir olgu genlerimizin ifade miktarıdır. Kan dokumuzda, kaslarımızda, böbreklerimizde yaşlanma sürecinde gen ifade miktarları artmaktadır. Bu durum anlaşılabilir bir durumdur, çünkü yeterli miktarda fonksiyonel proteinin olmaması, sağlıklı protein ihtiyacını arttırmakta ve bu da çekirdek DNA’ya “daha fazla gen ifadesi sağla” sinyalinin gönderilmesine neden olmaktadır. Fakat yaşlanan beyinde durum çok farklıdır. Beyinde ifade edilen genlerin birçoğu yaşlanmayla birlikte ifadelerinde büyük bir azalma söz konusudur! Beynimizdeki genleri aktive edici her molekül, her faktör aslında uzun yaşamında kapılarını aralayabilecek özelliktedir!

Genç kalmak, gençleşmek insalığın asırlardır duyduğu bir arzudur. Lucas Cranacah the Elder’ın 1513 yılında tamamladığı “Gençlik Çeşmesi” de bu arzunun bir ürünüdür. Bu arayış günümüzde de sürmektedir!

https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/google_48.png https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/facebook_48.png https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/twitter_48.png

Müziğin İnsan Doğasındaki Evrimsel Rolü

Müziğin insanlar üzerinde eşsiz bir duygulanım yaratma ve etkileme gücü vardır. Farkında olalım ya da olmayalım müzik günlük yaşantımızın birçok alanında bu gücünü üzerimizde kullanmaktadır. Konfüçyüs’ün de dediği gibi “müzik, insan doğasına onsuz yapamayacağı bir haz verir”. Kendi doğamıza bu kadar derinlemesine işlemiş olan müziğin evrimsel kökenlerinde neler yatmaktadır? Müziği ne için ve hangi amaçlarla kullanmaktaydık? Bu alanda nörobilimsel çalışmalar özellikle 1991 yılında “Biyomüzikoloji” bilim dalının geliştirilmesi ve müziğe böylece biyolojik bir açıdan bakılmaya başlanmasıyla önem kazanmıştır. Biyomüzikoloji hızla “nörobiyomüzikoloji”, “evrimsel müzikoloji”, “karşılaştırmalı müzikoloji” gibi çeşitli bilim dallarına da ayrılarak çalışma alanını iyiden iyiye genişletmiştir. Müziğin nörobiyolojik temellerinin anlaşılabilmesi için öncelikle insan doğasının nörobiyolojik temellerinin anlaşılması gerekmektedir.

İnsan doğası, insanın tüm yetilerine işaret eden ve kendi iç dünyamızda sürekli olarak tartıştığımız bir kavramdır. Ben kimim? Neyim? Neden buradayım? gibi soruların yanıtlarını aradığımızda aslında kendi doğamızla ilgili de sorular sormuş olmaktayız. Canlılar dünyasında en çekici özelliğimiz beynimizi kullanarak çok farklı davranışlar sergileyebilmemiz, birbirimizle iletişim kurmak için seçtiğimiz yolların çeşitliliği ve yaşamı farklı şekillerde anlamlandırıp, yaşayabilmemizdir. İnsan doğası aslında insana özgü, diğer canlılarda olmayan özelliklerimize işaret etmektedir. Konuşma, yazı yazma, teknoloji geliştirme, çok çeşitli aletler geliştirme ve kullanma, çevreyi kendi isteklerimize göre tasarlama, kendi duygularımızı baskılama, müzik, resim, dans etmek gibi birçok sanatsal faaliyet geliştirmek gibi büyük oranda beynimizi kullanarak ortaya çıkardığımız yığınla faaliyetin sonucu olarak diğer canlılardan bu bakımdan farklılıklar sergilemekteyiz. Peki ya bu farklılıkları nasıl oluyor da yaratıyoruz?

Eski çağlardan bu yana insan doğasının temellerinin açıklanması üzerine çok çeşitli öngörülerde bulunulmuştur. Düşüncelerimizi aktarabilme yetimiz ve davranışlarımızı çeşitlendirme özelliğimiz, insan canlısının o zamanlar için kapalı kutusu olarak bilinen beynimize ilgiyi, günümüzde olduğu kadar arttırmıştır. İnsan doğasının bileşenleri 1500’lü yıllarda mundus sensibilis, mundus imaginabilis ve mundus intellectualis olarak 3 ana bileşene ayrılmıştır. Mundus sensibilis yani hissettiğimiz, hissedebildiğimiz dünya olarak isimlendirilen bileşende, görme, işitme, duyma, tat alma ve dokunma gibi bizim ana 5 duyumuzu oluşturan yapılar ve uyaranlar yer almaktadır. Mundus imaginabilis ise algı dünyamızı temsil etmektedir. Yani 5 duyumuz sayesinde çevre dünyadan elde ettiğimiz bilgilerin algılanması olgusudur. Mundus intellectualis ise entelektüel dünyamızı oluşturmaktadır. Bu dünyada düşüncelerimiz, düşüncelerimizi konuşarak paylaşmamız, duygularımız, yönelimlerimiz, isteklerimiz, arzularımız, kısacası iç yaşantılarımıza işaret eden bir kavramdır. Tüm bunlar en sonunda, çizimde de görebileceğiniz gibi, “deus” yani kutsal bir varlığa bağlanmış ve tüm kontrolün onun elinde olduğu düşünülmektedir. Fakat günümüzde en basit davranışımızdan, en karmaşık iç yaşantılarımıza kadar her şeyin sadece beynin bir ürünü olduğu bilimsel olarak açıkça ortaya konmuştur. Şimdi bu işleyişe kısaca göz atalım.

Biz çevremizde olup biteni, vücudumuzun her bir yerine farklı konsantrasyonlarda dağılmış ve çok farklı uyaranlara yanıt oluşturabilen reseptörler sayesinde algılıyabiliyoruz. Bu reseptörler, çevreden gelen bilgiyi biyoelektrik sinyallerine dönüştürüp, beynimize taşıyorlar. Beynimiz çevreden gelen bu bilgiyi, çok farklı ve karmaşık nöral ağlar içerisinde değerlendirip, nihai algının oluşturulmasını sağlamaktadır. Bu algısal süreç bilinçli ya da bilincimiz dışında olabilmektedir. Bu reseptörler sadece belli bir fiziki aralığa duyarlıdırlar. Örneğin, kulağımızda bulunan ve havadaki ses dalgalarını algılayarak, etrafımızda olup biteni duymamızı sağlayan hücreler sadece 20 Hz ile 20.000 Hz arasındaki dalga boylarına en çok duyarlıdırlar. Ve özellikle insan konuşma aralığı olan 2kHz-5kHz arasındaki duyarlılık en yüksek seviyededir. 20 Hz’in aşağısındaki ve 20kHz’in yukarısındaki seslere tamamen sağırızdır. Gözümüzde de benzer bir aralık söz konusudur. Görme hücrelerimiz 390 nm ile 750 nm arasındaki ışık dalga boylarını görebilmektedir. Bunun dışındaki diğer birçok ışık aralığına (örneğin kızıl ötesi ışınlar) tamamen körüzdür. Kısacası fiziki dünyanın çok küçük bir kısmını algılayabilecek, yorumlayabilecek bir konumdayız. Gerçek fiziki dünya bizim algılayabildiğimizden çok daha geniş bir ölçektedir.

Çevreden gelen bilgi temel olarak 5 ana duyu organımızda (göz, burun, kulak, dil, deri) yer alan çeşitli reseptörler sayesinde biyoelektrik sinyallerine çevrilmektedir. Bunlar haricinde iç organlarımızdan, kaslarımızdan, eklemlerimizdeki reseptörlerden de beynimize yoğun bir bilgi akışı söz konusudur. Tüm bunların müşterek değerlendirilmesi sayesinde algılarımız oluşmaktadır. Algılarımızın birçoğu bilincimiz dışında gerçekleşmektedir. Bilincimize varan algılarımız ise bizim kendi dünyamızı oluşturmamızda, iç yaşantılarımızın meydana gelmesinde ve farkındalığımızın oluşmasında birincil etmen durumundadırlar.

Görsel algı, diğer tüm algılarımızda da olduğu yanıltılabilir özelliktedir. Görsel algı aslında nesneler ve fonlar arasında kıyas yapan bir mekanizmadır. Bu algı türü için her daim kontrastlar önemlidir. Bu yüzden örneğin, fiziki dünyada oluşması imkansız gibi görünen şekillerin algısı mümkün değildir. Ya da şekilde de görüldüğü gibi aslında iki turuncu nokta aynı büyüklükte olmasına rağmen çevresindeki yuvarlakların büyüklüğü, turuncu noktanın boyut algısında çok büyük yanılgılara düşmemize neden olmaktadır.

Bu durum sadece basit şekiller için geçerli değildir. Biz tüm yaşamı bu şekilde algılıyoruz diyebiliriz. Örneğin, ilk resimde arkadaki sandalyede oturan bayanın boyutu ile ikinci resimde ön tarafa taşınmış ve çok küçülmüş olarak görülen formun aslında boyutlarının aynı olduğu söylense inanır mıydınız? Dilerseniz kendiniz ölçün!

İşte tüm bu algılarımız, yanılgılarımız, bizi fiziki gerçeklikten kopararak adeta ilüzyonlar içerisindeki bir dünyada yaşatan organımız, sistemimiz, beynimizdir. Beynimiz, doğanın üretebildiği en karmaşık yapıdır. Yaklaşık 100 milyar nöronun birbirleriyle trilyonlarca bağlantı kurması ve bu dinamizmini durmaksızın sürdürmesi sayesinde çevremizi algılayabiliyor, hafızamızda bilgileri depolayabiliyor, iç yaşantılarımızı canlandırabiliyor, yaşamı etkin bir biçimde deneyimleyebiliyoruz. Beynimizin bu denli karmaşık yapısının nörobilim çalışmalarıyla aydınlatılması aslında bugüne kadar bilinmeyen tüm davranışsal yönlerimizin de nörobiyolojik temellerinin açığa çıkmasını ve böylece kendi doğamızın özgünlüğünün bilimsel olarak aydınlanmasını sağlayacaktır. Bu açıdan nörobilim çalışmaları yaşamımızın anlamlandırabilmek, kim olduğumuzu anlayabilmek için vazgeçilemez bir rol üstlenmektedir. İnsan beyninin karmaşıklığının aydınlatılabilmesi için birçok bilim dalı iç içe çalışmaktadır. Örneğin, embriyoloji…

İnsan beyni embriyolojik gelişim sırasında hacmini hızla arttır ve bu hızlı hacim artışı beyin kabuğu kıvrımlarının da oluşmasını sağlar. Kıvrımların fazlalığı daha fazla işlevsel işlem ünitesine karşılık gelmektedir. Oluşan kıvrımların her biri sulcuslar (yarıklar) ve giruslar (tepecikler) oluşturmaktadır. Bu yapılar beynin bölümlerini ve fonksiyonel ünitelerinin yerlerinin isimlendirilmesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. İnsan beyninin gelişimi sadece doğuma kadar olan süreçte değil, doğumdan sonra da hızla devam etmektedir. Bu gelişim aslında ölene kadar sürmektedir. Çünkü her geçen gün yeni bir şeyler öğrenip, birçok şeyi unutuyoruz ve bu süreç ömrümüz boyunca devam etmektedir.

Kabaca, beyin bölgeleri farklı girinti ve çıkıntılar üzerinden sınıflandırılmaktadır. Görsel, işitsel, duyusal ve motor işlevlerimizi yürütmemizi sağlayan primer kortekslerimiz olduğu kadar, bunların algılanması, planlanması ve davranışa dönüştürülmesi gibi daha karmaşık algısal işlemleri de yerine getirmeyi sağlayan beyin bölgeleri bulunmaktadır.

Ayrıca duygudurumumuzun, hormonal durumumuzun, yaşamsal zevklerimizin ve korkularımızın, isteklerimizin, arzularımızın da oluşturulduğu, kısaca iç yaşantımızın yaşandığı derin beyin yapılarımızda vardır. Ve bu beyin yapıları, diğer tüm beyin yapılarıyla birebir ya da dolaylı olarak bağlantılar içerisindedir. Tüm bu beyin yapılarının embriyolojik gelişimi kadar, evrimsel gelişimi de kendi doğamızın temellerinin aydınlatılmasında çok büyük bir önem taşımaktadır.

İnsan beyninin hızlı denilebilecek bir evrimsel gelişimi ve bunun zaman içinde görülen davranışsal yansımaları insan doğasının oluşmasını sağlamıştır. İnsan beyni, genetik olarak en yakın akrabası olan şempanzelerin beyinlerinden yaklaşık olarak 3,5 kat daha büyüktür. Evrimsel açıdan beynin bu şekilde hızla büyümesi çok çeşitli teorilerle açıklanmaktadır. Bunların başında diyetimizin değişmesi, bipedal yürüyüşe geçmemiz gibi çevresel etkiler sayesinde bir değişimin olabileceğini öngören teoriler haricinde, sosyal temelli yani eş seçimi gibi çeşitli yüksek bilişsel işlevler gerektiren, yaratıcılık temelinde işleyen bir mekanizma sayesinde de beynimizin evrimsel olarak bu şekilde hızla geliştiği öne sürülmektedir.

İlk primat akrabalarından ise yaklaşık olarak 8 kat daha büyük bir beyine sahiptir. Şekilde de görüldüğü beynin hacimsel olarak artışı ‘evrimsel olarak kısa bir zaman diliminde’ hızla gerçekleşmiştir. İnsan beyninin evrimsel gelişiminde en dikkat çekici yönlerden biri de budur!

Beynin hızla büyümesi, beyin bölgeleri açısından heterojen bir şekilde gerçekleşmiştir. Yani farklı beyin bölgeleri, farklı oranlarda büyümüştür. Tüm bölümlerde eşit oranda bir hacim artışı söz konusu değildir. İnsan beyninin özellikle frontal lobu hacimsel olarak diğer primatlara göre çok daha büyüktür. Frontal lob aslında insanda yaratıcılığın merkezi sayılabilecek ve yürütücü işlevlerden (plan yapma, karar verme, hata düzeltme vb.) sorumlu beyin bölgesidir.

Beynimiz işlevsel olarak çok farklı yapıları barındırmaktadır. Bu yapılar çoğunlukla bir bölgeye özgü olabilmekle birlikte çoğu davranışlarımızın gerçekleştirilebilmesi birçok nöral yapının birlikte çalışmasını gerektirmektedir. Bu yapılara nöral ağlar denmektedir ve hem kendi içerisinde hem de diğer nöral ağlar tarafından da bir denetim altında tutulmaktadır. Örneğin şarkı söylerken, ses çıkarmamızı sağlayan tüm kasların uygun bir şekilde çalışması, söylediğimizi duymamız, duyduğumuzu algılamamız ve yorumlamamız ve bir sonraki kelimeyi bu şekilde tekrardan söylememiz gerekmektedir. Bunun haricinde şarkı söylerken nefes alış verişimizin kontrolü, uygun pozisyonumuzun sağlanması ve korunması gibi farkındalığımız dışında gerçekleşen bir çok düzenleme beyinin farklı bölgeleri tarafından düzenlenmektedir.

Beynimizin evrimsel gelişimine ışık tutabilecek öne çıkan teori seksüel seçilim teorisidir. Beynin evrimsel gelişiminin kökenlerinde intra hem de interseksüel seçilim çok güçlü bir yer tutmaktadır. Bu seçilim türünde canlı tarafından sadece üreme amacı güdülmemektedir. Sosyal hiyerarşik yapıda bir yer edinebilme de söz konusudur. Seksüel seçilim aslında sadece bireyin ya da çiftin değil, türün de korunmasını amaçlayan, algısal bileşenlerinin ve dolayısıyla beynin işlevselliğinin yoğun olarak kullanıldığı bir seçilim türüdür.

Klasik olarak bilindiği gibi seksüel seçilimde üremeyi, birlikte olmayı tetikleyecek farklı fiziksel özelliklerin oluşması ve gelişmesi söz konusudur. Kuşların dünyasında bu yapılar çok çarpıcı bir şekilde görülmektedir. Örneğin, erkek tavus kuşunun kuyruğunun büyüklüğü ve ihtişamının daha fazla dişiyi etkilemek olduğu bilinmektedir. Erkek tavus kuşunun bu özelliği, av-avcı ilişkilerinde bir handikap yaratmaktadır. Çünkü büyük ve ihtişamlı bir kuyruk avcıdan kaçma, sakınma olasılığını düşürmekte ve daha kolay avcı tarafından daha kolay fark edilmesi ve avcıdan kaçamamasını sağlayarak daha çabuk avlanabilmesini sağlamaktadır. Diğer yandan daha hızlı bir şekilde üreyebilmektedir. Hayvanlar dünyasında buna benzer birçok farklı özelliğin var olduğu bilinmektedir. Birincil seksüel karakterler, cinsiyetin oluşmasını sağlayan cinsel organların varlığıdır. Bu durum bir seksüel dimorfizm yaratmaktadır. İkincil karakterler ise sadece fiziki özelliklerle sınırlı değildir. İnsan canlısının ikincil seksüel karakterleri saç, kılların dağılımı, sakal, bıyık, kaslar, boy uzunluğu gibi çeşitli fiziksel özellikleri olduğu kadar, yaratıcılığıyla ortaya koyduğu ürünler ve davranışsal özellikleri de bir seksüel etkiye sahiptir. İkincil seksüel karakterler aslında çevresel olarak görülemeyen ve görsel algıdan daha fazlasını içeren, daha soyut yapıları da kapsamaktadır. Örneğin, kuşların çok çeşitli sesler çıkartarak, çeşitli dans figürleri sergileyerek karşı cinsi etkilemeye çalışması davranışsal bir karakteristik özelliktir. Bu durum aslında kur yapma ve karşı cinsi etkilemede sadece fenotipik özelliklerimizin etkin olmadığını, çok çeşitli davranışsal bir repertuarımızın da olmasını gerektiğini ve bu gerekliliğin gerçekleştirilebilmesi için etkin olarak beynin kullanılması, yaratıcı süreçlerin var olması gerekliliğini de açıkça göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında aslında beynimiz bir ikincil seksüel yapı konumundadır!

Bu durumda beynimizin sergilediği yaratıcılığın kökenlerinde özellikle seksüel temelli bir işlevselliğin varlığı göz ardı edilemez.

Biliyoruz ki insan canlısı, evrimsel olarak yakın sayılabilecek akrabalarından, sergilediği üstün sanatsal yaratıcıkla (müzik, resim, heykel, seramik, gravür vb.) ayrılmaktadır. Paradoksal bir şekilde, anatomik olarak modern insanın (büyük ve gelişmiş bir beyin, dik duruş, serbest ve başparmağının pozisyonunun da getirdiği avantajla, her şeyi kavrayabilen ellere sahip olan) yaklaşık 200,000 yıl önce Afrika kıtasında evrimleşmiş olmasına karşın, sanatsal davranışların gelişmesi ve sergilenmesinin başlangıcı günümüzden yaklaşık olarak 50,000 yıl, tarımın gelişmesi 11,000 yıl ve yazının icat edilmesi ise sadece 4,500 yıl öncesine denk gelmektedir. İnsan evrimindeki antropolojik çıkmazlardan biri de bu geciken ama hızla gelişen sanatsal yükselişimizdir.

Bu bakımdan o kadar ilerledik ki, artık kendimizi bile birebir kopyalayabilecek düzeye gelmiş durumdayız.

Fakat bu yükselişimiz beraberinde birçok sorunu da getirmiştir. Doğayı kendimize göre şekillendirmeye devam ediyoruz örneğin. Doğanın geri dönüşümsüz olarak tahribatı ve yaşamın antroposentrik yorumlanışı sonucunda aslında kendi sonumuzu da hızla hazırlamaktayız.

Her şeye rağmen, tüm bu yetilerimiz bize atalarımızın yaşam deneyimleri ve seçimleri sayesinde ulaşabilmiştir.
Sanatsal faaliyetlerimiz arasında bizleri en çok etkileyen türün, müzik olduğunu söyleyebiliriz. Müziği günlük yaşamımızın pek çok alanında etkin bir biçimde kullanmaktayız. Kişisel müzik çalarlarımızdan dinlediğimiz müziklere ek olarak, tüm alışveriş mekanlarında, eğlence yerlerinde, dinsel törenlerde, televizyonda, radyoda, sinemalarda ve daha bir çok alanda müzikle sürekli olarak iç içe yaşamaktayız. Günümüzde müzik endüstrisi, ilaç endüstrisinden kat kat daha büyüktür. İnsanlar kendi sağlıklarını kazanmak yerine müziğe para harcamayı yeğlemektedirler. Bir başka örnekte yaşamsal kaynağımızı oluşturan besinler üzerinden verilebilir. Besin tüketmek insanlar için yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu açıdan bakıldığında üniversitelerimizde gıda araştırmalarının yapılması manidardır, buna karşın gıda ile ilgili eğitim bölümlerinin sayısı daha yeni artış göstermekteyken, müzik ile ilgili bölümler birçok üniversitemizde, neredeyse üniversitelerin kuruluşundan beri mevcut durumdadır. Bu durum müziği ne kadar önemsediğimizi açıkça ortaya koymaktadır.

Müzik, aslında havada bulunan moleküllerin bir şekilde belirli formlar şeklinde titreştirilmesi sayesinde meydana gelmektedir. Fiziki olarak müzik, ses dalgalarından ibarettir ve doğadaki herhangi bir fiziksel olaydan farklı değildir. Fakat aslında müzik bir algı türüdür ve insan canlısı, havada titreşen moleküllere, titreşim frekansına, şiddetine, doğrultusuna göre çok farklı anlamlar yüklemekte ve bu bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Müziğin beynimize girişi, dış kulağımızın kulak kanalına girecek şekilde yönlendirdiği ve yoğunlaştırdığı bir yolculukla başlamaktadır. Daha sonra bu ses dalgalarının kulak zarını farklı frekanslarda titreştirmesi ve bu titreşimin vücudumuzun en küçük kemikleri olan çekiç, örs ve üzengi kemiklerini titreştirmesi şeklinde bir iletimi söz konusudur. Bu kemikçiklerin titreşimi dışarıdan gelen ses dalgalarının daha büyük boyutlara ulaşması ve yükseltilmesini sağlamaktadır. Bu titreşimin bir diğer ucunda ise içi tamamen sıvıyla dolu işitsel organımız olan kohlea bulunmaktadır.

Kulağımızda yer alan bir takım kemikçiklerin titreşerek kohlea denilen algı organımızda çeşitli frekanslar oluşturması işitsel bilginin oluşmasındaki ilk basamaktır. Kohlea da bulunan korti organı sesin biyoelektrik sinyallerine dönüştürüldüğü ve beyine iletiminin başlangıcının sağlandığı yerdir.

Korti organında farklı sayı ve uzunlukta tüy hücreleri bulunmaktadır. Tüy hücreleri dışarıdan gelen bir ses uyaranı karşısında titreştirmekte ve bu titreşim biyoelektrik sinyallerine dönüştürülerek beynin ilgili bölgelerine taşınmaktadır.

Müzik, kohlea da bulunan bazilar membranın ses uyaranı sayesinde titreşmesi ve bu titreşimin çok farklı frekans modüllerine ayrılarak, beyine parçalar şeklinde gönderilmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Bu duruma frekans modülasyonu denmektedir. Daha sonra bu frekans parçaları ilgili beyin bölgeleri tarafından ayıklanacak, anlamsız olanlar atılarak geri kalan parçalar birleştirilecek ve somut bir müzik yada ses algısının oluşturulması sağlanacaktır.

Frekans modülasyonu sonucunda parçalara ayrılan ses bileşenleri beynin farklı bölgelerinde birleştirilmekte ve algılanan sesin manası ve yaşatacağı duygulanım içeriği yüksek beyin merkezleri tarafından oluşturulmaktadır.

Müziğin insanlar üzerinde görülen en büyük ve büyüleyici etkisi duygulanım yaratmasıdır. Çeşitli müzikal ritmler sayesinde çok farklı duyguları deneyimleyebilir, yaşayabiliriz. Anılarımızı canlandırabilir, farklı bir iç yaşantı halinde olabiliriz. Müziğin duygulanım yaratmasının nörobiyolojisi günümüzde bilişsel sinirbilim araştırmalarında önemli bir yer tutmaktadır. Bu araştırmalar özellikle yüksek bilişsel fonksiyonların temellerinin de anlaşılmasına ışık tutmaktadır. Müziğin duygulanım yaratmasındaki ana unsur, derin beyin yapıları olarak da isimlendirilen limbik sistemimizi doğrudan uyarması şeklinde gerçekleşmektedir. Özellikle dopaminerjik sistemlerin aktivasyonu müzikten haz almamızı sağlamaktadır.

Limbik sistem, kişisel farkındalığımızın, uyanıklılığımızın, korkularımızın, heyecanlarımızın, arzularımızın, beklentilerimizin, isteklerimizin, zevklerimizin, hafızamızın belirlendiği kısacası bize dair tüm iç yaşantımızın oluştuğu bir nöral ağlar bütünüdür. Bu ağın müzik tarafından aktivasyonu sonucu kendi içimizde bir “müzik deneyimi” yaşamaktayız. Bu durum elbette ki karmaşık nöral ağların birbirleri içerisinde iletişim kurması şeklinde gerçekleşmektedir ve bu durum henüz kesin olarak bilimsel bir şekilde temellendirilememiştir.Limbik sistem, kişisel farkındalığımızın, uyanıklılığımızın, korkularımızın, heyecanlarımızın, arzularımızın, beklentilerimizin, isteklerimizin, zevklerimizin, hafızamızın belirlendiği kısacası bize dair tüm iç yaşantımızın oluştuğu bir nöral ağlar bütünüdür. Bu ağın müzik tarafından aktivasyonu sonucu kendi içimizde bir “müzik deneyimi” yaşamaktayız. Bu durum elbette ki karmaşık nöral ağların birbirleri içerisinde iletişim kurması şeklinde gerçekleşmektedir ve bu durum henüz kesin olarak bilimsel bir şekilde temellendirilememiştir.

Müzikle olan iç içeliğimizin tarihi ise çok eski zamanlara dayanmaktadır. Gelmiş geçmiş tüm toplumlarda müziğin izlerine rastlamaktayız. Geçmiş zamanlarda birçok kabile, müziği, hastalıkları tedavi etmek, kötü ruhları kovmak, bir şeyleri kutsamak ya da tinsel amaçlarla yoğun olarak kullanmışlardır. Antropolojik kazılardan elde edilen bilgiler ışığında, bulunan ilk müzik aleti ise yaklaşık olarak 35,000 yıl öncesine aittir.

İnsanlar, bireysel çekişmeler ile işbirliğinin dengede bulunduğu gruplarda yaşamaktadırlar. Toplu yaşamın gerektirdiği kendi türünü koruma içgüdüsü, yiyecek bulma, türün devamının sağlanması, hayatta kalma, güvende olma gibi davranışlar, topluluğu oluşturan bireyleri birbirine bağlayabildiği gibi, grup içi rekabet ve özel yaşam alanlarının ihlali gibi birçok durumda da bireyler arasında kargaşaya neden olabilmektedir.

Müzik yapmak ya da yapılan müziği dinlemek, grup dayanışmasına katkıda bulunmaktadır. Müziğin sergilendiği ortamda bulunan insanların yaşadığı ortak duygulanım ve bu duygulanımın paylaşımı, türün korunması adına gelişen fedakarlık duygusunun gelişimine katkı sağlayarak, avcı ya da rakip bir klana karşı birlikte mücadele edebilme davranışının oluşmasına neden olmaktadır. Bu görüş müziğin sosyal kaynaşma aracı olarak ortaya çıktığını savunmaktadır.

Grup olarak müzik yapımı ve paylaşımının, grup içi çatışmaların azalmasında yardımcı olduğu ileri sürülmektedir. Örneğin, kamp ateşi etrafında söylenen şarkılar, kişiler arası gerginliği azaltmada rol oynamakta ve ayrıca bu ortam vahşi yaşamda daha güvenli bir ortamın da oluşmasını sağlayabilmektedir. Bu görüş; müziğin duygulanım yaratmadaki rolünü öne çıkararak, duyguların müzikle insanlar arasındaki ortak bir paylaşım yarattığını ve bu paylaşımın grup içindeki bireylerdeki gerginlikleri sona erdirdiğini ve müziğin bu nedenle bizleri etkileme de başarılı olduğunu savunmaktadır.

Müzik insanlar için evrensel niteliktedir. Bu evrenselliğin biyolojik temelleri, bir bebeğin doğumundan itibaren rahatça gözlenebilmektedir. Bebekler müziksel olarak doğarlar. Anneleriyle ilk iletişim sözel değil, müziksel bir içeriktedir. Müzik dinlemeye ve yapmaya olan yatkınlığımız çok küçük yaşlarımızdan itibaren mevcuttur. Gelişimsel süreçte, müziğe karşı olan ilgimiz ergenlik çağında doruk noktasına ulaşır. Bu dönemde insanlar müziği bir sosyal iletişim, paylaşım ve duygulanım aracı olarak yoğun bir biçimde kullanmaktadırlar. İlerleyen yaşlarda müziğe olan ilgi genel olarak azalsa bile müziksel yaşantı sürdürülmektedir.

Bebekler biyolojik gelişimlerinde, diğer primatlara kıyasla oldukça erken doğarlar. Bunun muhtemel nedenleri iki ayak üzerinde durmanın getirdiği kısıtlı doğum kanalı ve diğer primat türlerine göre daha büyük bir kafatasına sahip olmamızdır. Bebeklerin annelerine kendi rahatlarını ya da isteklerini bildirmek adına yaptığı müziksel çağrışımlar, bebeğin anne tarafından bakılmasını sağlamaktadır. Öyle ki bebekler doğumdan itibaren, yetişkin bir insan için oldukça yüksek sayılabilecek bir seviyede (~90 dB) ses çıkarabilmektedir. Bebeklerin çıkardığı çeşitli tonalitedeki bu çağrılar, anneyi yavru bakımı için uyaran niteliğindedir. Benzer şekilde annelerin bebeklerine melodik bir şekilde seslenmeleri, bebeğin psikolojik ve dilsel gelişimi açısından vazgeçilemezdir.

Müzik yapmak ya da şarkı söylemek, belirli kas grubu hareketlerini ve bu hareketlerin koordinasyonunu gerektirmektedir. Küçük yaşlardan itibaren müziğe ve özellikle de dansa ilgi duymak, motor hareketlerin gelişimini, olumlu yönde, önemli ölçüde etkilemektedir. Örneğin, bebekler tarafından üretilen müzikal sesler, gelecekte konuşma becerisinin kazanılmasında önemli bir gelişimsel katkı sağlamaktadır. Ayrıca tek başına dans etmenin haricinde, grup olarak dans etmek, bir grup bilincinin oluşmasına ve böylece sosyal gelişimin sağlanması adına da faydaları vardır.

İnsanlar, bireysel çekişmeler ile işbirliğinin dengede bulunduğu gruplarda yaşamaktadırlar. Toplu yaşamın gerektirdiği kendi türünü koruma içgüdüsü, yiyecek bulma, türün devamının sağlanması, hayatta kalma, güvende olma gibi davranışlar, topluluğu oluşturan bireyleri birbirine bağlayabildiği gibi, grup içi rekabet ve özel yaşam alanlarının ihlali gibi birçok durumda da bireyler arasında kargaşaya neden olabilmektedir. Müzik yapmak ya da yapılan müziği dinlemek, grup dayanışmasına katkıda bulunmaktadır. Müziğin sergilendiği ortamda bulunan insanların yaşadığı ortak duygulanım ve bu duygulanımın paylaşımı, türün korunması adına gelişen fedakarlık duygusunun gelişimine katkı sağlayarak, avcı ya da rakip bir klana karşı birlikte mücadele edebilme davranışının oluşmasına neden olmaktadır. Bu görüş müziğin sosyal kaynaşma aracı olarak ortaya çıktığını savunmaktadır.

Kaynakça

1) P. Thomas Schoenemann, 2006, Evolution of the Size and Functional Areas of the Human Brain, Annu. Rev. Anthropol. 35:379–406.

2) Human Evolution by The Smithsonian Institution’s Human Origins Program, Human Origins Initiative. Smithsonian Institution. http://www.mnh.si.edu/anthro/humanorigins/ha/sap.htm.

3) David Huron, 2001, Is Music an Evolutionary Adaptation?, Annals of the New York Academy of Sciences.

4) Nicholas J. Conard, 2009, New flutes document the earliest musical tradition in southwestern Germany, Nature 460, 737-740.

5) Charles Robert Darwin, 1871, The Descent of Man, and Selection in Relation to Sex, syf. 1209.

6) Geoffrey F. Miller, 2000, The mating mind: how sexual choice shaped the evolution of human nature, London, Heineman.

7) NL Wallin, 2001, The origins of music, Music Perception, Univ California Press.

8 ) L. Perlovsky, 2010, Musical emotions: Functions, origins, evolution, Physics of Life Reviews
Volume 7, Issue 1, Syf. 2-27.

9) Stanley N. Graven, 2008, Auditory Development in the Fetus and Infant, Newborn and Infant Nursing Reviews, Volume 8, Issue 4, Syf. 187-193.

10) Abrams, R. M., 1995, Some Aspects of the Fetal Sound Environment, Perception and cognition of music, Philadelphia, PA: Psychology Press. Syf. 83–101.

11) Karen Rosenberg, 1995, Bipedalism and human birth: The obstetrical dilemma revisited, Evolutionary Anthropology: Issues, News, and Reviews, Volume 4, Issue 5, syf. 161–168.

12) Birgit Mampe, 2009, Newborns’ Cry Melody Is Shaped by Their Native Language, Current Biology, Volume 19, Issue 23, syf. 1994-1997.

13) Daniel Leech-Wilkinson, 2009, The Memetics of Music: A Neo-Darwinian View of Musical Structure and Culture (review), Music and Letters, Volume 90, Number 1.

14) Robin Dunbar, 1997, Grooming, Gossip and the Evolution of Language. Faber & Faber. New York.

 

Detaylı bilgi için…



https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/google_48.png https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/facebook_48.png https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/twitter_48.png
 

Please log in to vote

You need to log in to vote. If you already had an account, you may log in here

Alternatively, if you do not have an account yet you can create one here.