Şizofrenik Damgalama Üzerine Bir Deneme
Belki de şizofren,
içinde yaşadığı dünyanın
sevgisizlik, güvensizlik, mekanik ilişkiler ve iletişimsizlik üzerine kurulmuş değerlerinin bilincine varıp,
bunları değiştirememenin verdiği acizlikle
kendisini feda eden insandır.
Bu durumda bildirisi
bir tür karşı koyma olacağından,
abuk subuk ve saçma nitelemelerini
kesinlikle hak etmeyecektir.
”Bir Şizofrenin Otobiyografisi” Marguerite Sechehaye
Şizofreni, ruhsal durumun hemen tüm alanlarında belirti ve bulgular gösteren, genellikle gençlik yıllarında başlayan, gidiş ve sonlanışı hastadan hastaya ve süreç içinde değişen, henüz etiyolojisi tam olarak bilinmeyen ve önemli ölçüde yeti yitimine yol açan bir toplum sağlığı sorunudur. Tarihsel gelişimini ve farklı bakış açılarını yakalamak anlamaya çalışmak ve hastalığa geniş bir perspektiften bakabilmek mutlaka lazım ve faydalıdır. Çünkü hiçbir ruh sağlığı hastalığı bu derece yorumlama ve tedavi yaklaşımları itibariyle bu derece değişikliğe uğramamıştır.
Bu yazıda düşüncenin bir sıkıntısının katıksız durumda bir betimlemesi yapılmaya çalışılacaktır yalnızca ve şizofreniye içerden bakabilmenin romantik yanılsamalar yapabilmenin yolları denenecektir.
Ruhsal hastalık tanısı alan bireyler içinde, en çok damgalanan ve en çok dışlanan hastalar şizofreni hastalarıdır. Yaşadığımız toplumun üretim ilişkileri ve yaşama biçimi, herhangi bir biçimde ”başaramayan(!)” ve üretimden düşen bireyleri dışlama eğilimini gösterir. Toplum anlayışının dışında bulunanlar, toplumun benimsediği değerlere, kültürün yapmasını beklediği çoğunluk tarafından kabul görmüş davranışlara uyumsuz olanlar, toplum tarafından aynanın arka tarafına itilmek durumunda kalırlar. Bu süreçte, dünya aniden kendini, alışagelmiş, norm’al sosyal niteliklerden yalıtılmış bir halde ortaya çıkarır. Sosyal kavramlardan sıyrılmış ve kendi varoluş gerçeği dışında tüm gerçeklerden arınmış bir halde kendini gösterir. Kişi elinde kalınmış olan fakat gerçeği pek de iyi algılanamayan benlik işlevleri ile yıkılan dünyayı tekrar ima etmeye çalışır. Örnek vermek gerekirse, paramparça olmuş bir vazoyu düşünelim yıkılan bir dünya fantezisinin tezahürü için. Gerçeği toplumsal kalabalıkla birlikte algılayan kişi, şizofrenin tamir ettiği vazoyu birbirleri ile birleştirilmiş bir yığın porselen parçası olarak algılandıracaktır. Fakat şizofrenisi olan kişinin kendisi, bu parçacıkları onarılmış bir vazo olarak görür. Şizofrenisi olan kişinin yeniden yapılanan dünya fantezisi ile ilgili olan tamir etme süreci, kabul edilen bir patolojik süreçtir ve hastalık ilerledikçe yıkılan dünya ile tamir edilen dünya eş zamanlı olarak devinir ve kişinin toplum düzeni içinde farklılaşmasına sebep olur. Farklılık toplumun tepki koyduğu bir olgudur ve ayrıca toplumun farklı olanlara karşı verdiği tepki, toplumdaki ”farklılar” ın sayısına da bağlıdır. Eğer ”farklı olanlar” toplumda küçük bir azınlığı oluşturuyorsa, toplumun tepkisi artarken hoşgörüsü azalmaktadır. Bu gerçeklik ışığında şizofreninin toplumda % 1 yaygınlığı ile y.o.k sayılabilecek bir nicelik oluşturduğunun da varlığıyla toplumun şizofreniye bağlı tutumunun önyargılı düşünme/davranma, stereotipik davranışlar sergileme, ayrımcılıkta bulunma ve hastalığı hakaret ve küçümseme nesnesi olarak kullanma durumu önümüzde tüm açıklığıyla duran yadsınamaz bir sonuçtur.
Psikiyatri tarihi farklı okumalara açıktır. Psikiyatri tarihini kronolojik sırada arka arkaya dizilen başarıların günümüze kadarki sürecinin anlatıldığı bir başarılar dizgesinin dışında alanda büyük tartışmaların olduğu ve farklı zıt kutupların olduğu bir süreç olduğundan da söz etmek gerekmektedir. Belki de eleştirel süreçlerin ve karşıtlıkların en yoğun yaşandığı dönem 1960’lardır. Dünyadaki politik, ekonomik ve sosyal değişiklikler; psikiyatride hekim-hasta ilişkisindeki insancıl olması gereken tutumlardaki yetersizlikle ve ‘depo’ hastanelerde yaşanan olumsuzlukların varlığı 60’larda ANTİ-PSİKİYATRİ akımının doğmasına sebebiyet verir. Akımın temsilcilerinden Ronald Laing, şizofreniyi ‘’tehlikeli’’ insanların sahne dışına atılması olarak yorumlamıştır. Şizofreni ve benzeri psikozların organik kökenli olmadığını daha da önemlisi hastalık olmadığını iddia eder. Aksine kendine yabancılaşmış bireyin iyileşme sürecindeki basamaklardan biri olarak tanımlar. Kendi tabiri ile otorite tarafından damgalanmış bireyleri İngiltere’de kurduğu hasta bakım evlerinde bir araya toplayıp küçük şizofreni komünleri oluşturmuştur. Şizofreniyi kavramsallaştırmada kullanılan bu model, yeterli bilimsel kanıt ortaya koyamamış ve güncelliğini yitirmiştir fakat bu eleştirel akımın görüşlerini şizofreni hastalarının maruz kaldığı damgalanma ve ayrımcılığa karşı olan mücadelede psikiyatrinin insancıl doğasını unutmaması gerekliliğine vurgusu bakımından katkısının önemli olduğu söylenmelidir.
Ülkemizle ilgili tutum çalışmaları da göstermektedir ki şizofreni, en çok ayırt edilen ve en olumsuz bakış açısına maruz kalan bir hastalıktır. Toplumun genelinde, şizofreni hastalığına karşı olumsuz bir tutum ve şizofreni hastalarını reddetme eğilimi olmakla birlikte, toplumun büyük çoğunluğu da şizofreni hastalarıyla yakın ilişki kurmak istememektedirler. Şizofreniyle ilgili reddedici ve negatif tutumun yanında sosyal mesafenin artırılması durumu da varlığını göstermektedir.
Yine de tüm bu olumsuz koşulların varlığına bile, hastaların ve ailelerin katkısıyla damgalanma konusu bugün psikiyatri de kendine önemli bir yer edinmiş ve bütün bu zor koşulların zamanla üstesinden gelinebilecek gözükmektedir. Damgalanma karşıtı mücadelenin kıt olanaklarla ve mütevazı bir şekildeki mücadelesi ve engellere karşı ayakta durabilmesi bu konuda çabalayanlar umut aşılayan yegâne değerdir.