Archive for: Ağustos 2011

Omega-3′ ün Multiple Skleroz Tedavisindeki Rolü

Multiple Skleroz (MS) oldukça yıkıcı bir tablo ile seyreden ve kimi durumlarda ölümcül de olabilen bir hastalıktır. Semptomlar genellikle 20-40 yaşları arasında gelişir ve kadınlarda erkeklere göre 2-3 kat daha fazla görülür. Her 700 Amerikalı’ dan birinin MS hastalığından muzdarip olduğu tahmin edilmektedir ve Türkiye’ de ise yaklaşık 40 bin MS hastası bulunmaktadır.

MS hastalığının en sık görülen belirtileri, bir tarafta veya bir veya birden çok ekstremitede kuvvetsizlik, uyuşukluk gibi kuvvet kaybı veya duyu bozukluğu, bir gözde ağrılı görme kaybı veya bulanık görme, çift görme, yürüyüş bozukluğu (yalpalayarak yürüme), konuşma bozukluğu, dengesizlik, idrar yapmada zorluk veya idrar kaçırma, cinsel fonksiyon bozuklukları ve yorgunluktur.

MS gizemli bir hastalıktır, her ne kadar son on yıldaki klinik radyolojik , immünolojik ve patolojik çalışmalardaki gelişmeler neticesinde hastalık daha iyi tanınmış olsa da etiyolojisine ilişkin yaklaşımlar hala kesinlik kazanmamıştır. MS hastalığına neden olduğu ileri sürülen en hakim inanç miyelin kılıf hasarına işaret etmektedir.

Miyelin kılıf sinir hücresinde (nöronlarda) bulunur ve nöronun çevresini bir yağ tabakası gibi sararak uyarıların daha hızlı bir biçimde iletilmesini sağlar. MS bu kılıfı yıkıma uğratır, parçalanan miyelinin yerini sert bir doku alır ve buna skleroz denir ve bu sklerozlar plaklar halinde oluşur. Bu sert plakların oluşması sonucu hücreler arasındaki uyarıların iletimi sırasında aksaklıklar oluşmaya başlar ve yukarıda belirtilerini sıraladığımız MS tablosu ile karşılaşılır.

Omega-3 ve Multipl Skleroz

Omega-3 yağ asitleri iki bileşik içerir, bunlar; eikosopentoenoik asit (EPA) ve dokosaheksaenoik asit (DHA) ’dir. Bu iki bileşik matriks metalloproteinaz-9 (MMP-9) olarak bilinen önemli kan proteinleri üzerine etki eder.
Matriks metalloproteinaz (MMP) ailesi, ekstrasellüler proteinazların önemli bir üyesidir. En önemli görevleri ekstrasellüler matriksin (ECM) yıkımıdır. Birçok fizyolojik ve patolojik olayda rol oynadıkları tespit edilmiştir. MMP-9 ise jelatin ve kollajen gibi temel membran komponentlerini sindirir.

Daha önce yapılmış çeşitli araştırmalarda MS hastalığı ile artmış MMP-9 düzeyleri arasında korelasyon olduğu sonucunu bildirilmiştir.
Omega-3’ ün MS hastalarındaki MMP-9 düzeyi üzerine etkisini araştıran bir çalışmada omega-3 yağ asitlerini içeren balık yağı tabletinin alımının, hastaların MMP-9 seviyelerinin düşmesini ve EPA ile DHA seviyelerinin yükselmesini sağladığı gösterilmiştir.
Bu çalışmada MS hastalarına günde 9.6 gram balık yağı verilmiş ve çalışma 10 MS hastası ile yürütülmüştür. Ayrıca sağlıklı deneklerin bağışıklık hücreleri de EPA ve DHA’nın MMP-9 üzerine etkisini karşılaştırabilmek amacıyla değerlendirilmiştir. Araştırma sonuçları MS hastalarının bağışıklık hücrelerinden salgılanan MMP-9 düzeylerinde %58 azalma olduğunu göstermiştir.
Bu sonuç balık yağı takviyelerinin alınmaya başlanmasından 3 ay sonra görülmüştür ve aynı zamanda yapılan ölçümler sonucunda kırmızı kan hücrelerinin membranındaki EPA ve DHA düzeylerinde belirgin bir artış gözlenmiştir.

Tüm bu sonuçlar göstermektedir ki Omega-3 yağ asitleri MS hastalarında immün modülatör olarak işlev görmektedir ve bu özelliği nedeniyle MS hastaları için büyük faydası olacaktır.

Kaynaklar:

Shinto L., Marracci G., Baldauf-Wagner S., Strehlow A., Yadav V., Stuber L., Bourdette D.
Omega-3 fatty acid supplementation decreases matrix metalloproteinase-9 production in relapsing-remitting multiple sclerosis (2009). Prostaglandins Leukotrienes and Essential Fatty Acids, 80 (2-3), pp. 131-136.

Sastre-Garriga J., Comabella M., Brieva L., Rovira A., Tintore M., Montalban X.
Decreased MMP-9 production in primary progressive multiple sclerosis patients
(2004). Multiple Sclerosis, 10 (4), pp. 376-380.

Yazar: Melis Demircioglu

https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/google_48.png https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/facebook_48.png https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/twitter_48.png

P.T.S.D. (T.S.S.B.)‘nin Nörobiyolojisi

Travma, kişini kendilik algısını ve temsil oluşturabilme yetisini bozan bir süreç. Ruhsal travma yaşamış bireylerde iletişimde zorlanma ve kendini ifade etmekte yetersizlik söz konusu bununla birlikte kişide toplumdan uzaklaşma ortaya çıkmakta. Toplumdan uzaklaşan bireyde zaten var olan anksiyete ve depresyon eğiliminde daha fazla artış, artışla birlikte daha fazla izolasyon şeklinde bir olumsuz kısır döngü meydana gelmesi de en olası durumlardan biri.

Travmanın zihnimiz üzerindeki etkilerini nasıl açıklarız? Bu yazının geri kalanı konuyla ilgili yapılmış çalışmaların bir derlemesini içermektedir.

Travmaya maruz kalındığında yaşantı simgesel düzeyde kodlanıp düzenlenemez. Simgesel düzeyde organize edilememiş somut yaşantı parçaları söz konusudur. Bastırılmış anılar değil, henüz tasarımı oluşturulmamış, simgeleştirilmemiş yaşantılar söz konusudur. Zihinsel durumlar kavranamamakta, tasavvur edilememektedir. Bazen travmatik yaşantı hiç kaydedilmemiş gibidir, bazen de somut, bütünleştirilmemiş bedensel ve duyumsal parçacıklar halinde kayıt altına alınabilmiş; sözel bileşeni ve bu parçaların ait olduğu bir öykü olmamaktadır. Anı varlığından söz edemediğimizden bastırılmadan söz edemeyiz. Bilinç alanında temsile edilmeyen erken dönem ya da travmatik anıların bastırılmış olarak nitelendirilemeyeceğini, bu kişilerde olayların kodlanamadığından ve bu anıların tamamen yitirildiğine değinmektedir kimi araştırmacılar. Bazı araştırmacılara göre ise travmatik yaşantıların tekrar anımsana bileceğinden söz eder; ancak represyonun kalkmasından çok, yaşantıların simgesel düzeyde kodlanması ve düzenlenmesinde bir kapasite artışı olasıdır. Unutulan bir şeyi hatırlamaktan değil, bir şeyin ilk kez kelimelere dökülebilmesinden söz eder. BİLİNÇ DIŞI BİR BELLEK ya da BEDEN HAFIZASINA KAZINMIŞ ESKİ BİR ŞEY, yeni bir forma sokulmuştur.

Olaya biyolojik açıdan yaklaşan araştırmacılar, travmanın sinir sisteminde nasıl bir etki yarattığını ortaya koymaya çalışmaktalar: aşırı uyarılma ve fizyolojik düzensizlik simgeleştirme yetisinde bozulmaya sebebiyet verirken öğrenme bellek işlemlerinde genel bir bozulma saptanmaktadır. Hipokampüste volüm azalması MRI çalışmalarında gösterilmiştir. Bunu sözel bellekteki yeti yitimiyle ilşkilendirilmesi olasıdır. PTSD tanılı hastalarda travmanın bir yönü tekrar yaşantılanırken sağ limbik ve paralimbik alanlarda ve sağ sekonder vizüel kortekste aktivasyon ve sol orta temporal ve inferior frontal kortikal alanlarda, Broca alanı da dahil olmak üzere aktivite azalması saptanmıştır.

Referanslar

1. Fonagy P. 1991 Thinking about Thinking
2. Jose Saporta. Synthesizing psychoanalytic and biological approaches to trauma
 

https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/google_48.png https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/facebook_48.png https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/twitter_48.png

PTSD – Neden kadınlar daha yatkın?

Vahşi bir saldırının kurbanı olan veya kanlı bir kazaya tanıklık eden insanların sadece küçük bir kısmında Travma Sonrası Stres Bozukluğu (Post Traumatic Stress Disorder-PTSD) semptomları görülür. Kadınların PTSD yaşamaya erkeklere göre iki kat daha fazla meyilli oldukları bilinmektedir fakat araştırmacılar kimin en çok ve neden risk altında olduğunu bilememektedirler. Ancak yeni bir çalışma  belirli bir peptidin ve genetik mutasyonun kadınlardaki PTSD semptomlarının şiddeti ile bir bağlantısı olduğunu göstermiştir. Bu bulgu travmatik olaylar sonrasında kimin özel bir yardıma ihtiyacı olacağının belirlenmesini sağlayacak testlerin oluşturulmasına zemin hazırlayabilir.

Bu yeni çalışmada Atlanta’daki Emory Üniversitesinde bir psikiyatrist ve moleküler nörobiyolog olan Kerry Ressler önderliğindeki araştırmacılar hücrelerin strese tepkisi üzerinde rol oynadı düşünülen peptid (pitüiter adenilat siklaz aktivasyonlu polipeptid-PACAP) üzerine yoğunlaştılar.

Ekip Atlanta’daki Grandy Memorial Hastanesindeki çalışmalarında kendilerine gönüllülük eden 64 hastanın kanındaki PACAP seviyesini ölçtüler. Gönüllülerin büyük çoğunluğu şehrin sosyoekonomik düzeyi düşük kesimlerinden gelmekteydi ve Ressler’in dediğine göre %90’ı silahlı saldırı, fiziksel ya da cinsel saldırı içeren bir travma geçirdiğini bildirmişlerdi. Araştırmacılar kadınlarda PACAP seviyesi ile standart PTSD semptomları ölçeği skorları arasında bir korelasyon buldular fakat erkekler için benzer türde bir korelasyona rastlanamadı.

Araştırmacılar 74 kadından oluşan ikinci bir grupta PACAP  seviyeleri ve semptom şiddeti arasında benzer bir bağlantı buldular. Ressler diğer herşeyin aynı olduğu düşünüldüğünde PACAP seviyeleri yüksek olan kadınların düşük olan kadınlara göre beş kat daha fazla PTSD kriterini sağlayacak kadar ağır semptomlar gösterdiğini öngörmektedir.

Ekip ayrıca PTSD’ye genetik bir bağlantı buldu. Aynı hastaneden 1200 hasta ile yapılan başka bir çalışmada ise araştırmacılar PACAP reseptörünü kodlayan gendeki bir değişimin kadınlardaki daha ağır semptomlar ile bir bağlantısı olduğunu buldular fakat yine erkeklerde böyle bir bağlantı bulunamadı. Ressler’in öngörüsüne göre gendeki değişime sahip kadınlarda travmatik olay sonrasında PTSD yaşama riski iki kat daha fazla olacaktır.

Bir bütün olarak ele alındığında Nature dergisinde yayınlanan bulgular PACAP ve reseptörünün kadınlardaki PTSD yatkınlığında önemli bir role sahip olduğunu belirtir. Fakat neden sadece kadınlarda? Ressler birincil dişil hormon olan östrojenin stresin etkilerini arttıracağını öne sürüyor. PACAP reseptör geni östrojen ile açılıp kapatılabilir. Ve ekibin tanımladığı genetik varyasyon özellikle östrojene karşı hassas olan bir PACAP reseptör geni bölgesinde bulunur. Ve östrojen genin aktivitesini düzenliyor olabilir.

Bulguların hemen gerçekleştirilebilir uygulamaları yok fakat Ressler diyor ki bu bulgular bir gün kimin PTSD sahibi olabileceğinin belirlenmesi konusunda testlerin oluşturulmasına zemin hazırlayabilecektir. Bu tür testler acil servis hekimlerinin bir kazadan veya başka bir travmadan sonra karşılaştıkları hastaları yoğun bir psikolojik tedaviye yönlendirmelerini kolaylaştırabilir ve kimin bu tedavilerden en çok fayda göreceğinin belirlenmesi konusunda yardımcı olabilir.

Güney Carolina, Durham’daki Duke Üniversitesinde anksiyete biyolojisi çalışan nörobilimci Ahmad Hariri, sonraki adımları Ressler’in ekibinin bulduğu genetik varyantın gen ekspresyonunu nasıl etkilediğinin araştırılması, travmatik deneyimlerin PACAP aktivitesini nasıl etkilediğinin ve bu yolağın diğer türdeki anksiyete bozukluklarında bir rolü olup olmadığının tanımlanması olarak özetliyor.

Bu araştırma kesinlikle stres biyolojisini daha iyi anlama konusunda büyük bir merak uyandıracak ve strese bağlı bozukluklara yönelik olası önleme metodları ve tedaviler için yeni hedefler geliştirilmesini sağlayacaktır.

Yazar: Melis Demircioglu

https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/google_48.png https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/facebook_48.png https://norobilim.com/wp-content/plugins/sociofluid/images/twitter_48.png
 

Please log in to vote

You need to log in to vote. If you already had an account, you may log in here

Alternatively, if you do not have an account yet you can create one here.